İstanbul bizi gözetliyor !
Saat sabahın beşi...
Kusulası düğümlenmeler var Boğaz’ımda.
Sigaralar yakılıyor...
Dumanları karışıyor doğan Güneş ışıltılı bulutlarıma.
Kızıyorum!
Vapurlar geçiyor içimden;
Arkasında martı korolarıyla...
Gülümsüyorum!
Bana yaptığınız onca kötülüğe rağmen;
Nasıl oluyor da sizi hala sevebiliyorum ?
Kusulası düğümlenmeler var Boğaz’ımda.
Sigaralar yakılıyor...
Dumanları karışıyor doğan Güneş ışıltılı bulutlarıma.
Kızıyorum!
Vapurlar geçiyor içimden;
Arkasında martı korolarıyla...
Gülümsüyorum!
Bana yaptığınız onca kötülüğe rağmen;
Nasıl oluyor da sizi hala sevebiliyorum ?
Eskilere dair...
İnsan büyüdükçe sevgisizleşir miymiş? Yıllandıkça öğreniyorum. Bir şişe şarabın aksine git gide tatsızlaşıyorum; duygusuzlaşıyorum. Eskileri arıyorum. Eski tatları, eski arkadaşlıkları, belki de eski aşkları...
Hatırlar mısınız çocukluk zamanlarınızı? Eve gidilip namaz kılınacakmışcasına akşam ezanında son bulan mahalle arası tek kale maçlar vardı. Bir de futbol topunun çarpma riskine aldırmadan kale arkasında ip atlayan çocukluk bacılarımız... İki taraf da mutluydu. İki taraf da eğleniyordu. Peki ya o mutluluk neden di’li geçmiş zamanda kaldı? Yapılan şeyler gerçekten çocukluk muydu? Bilemiyorum... Fakat şimdi sokak aralarında koca koca adam ya da kadınlar göremediğimize göre demek ki biraz da öyleymiş.
Aile ilişkilerinizi düşünün bir de. Mangalda kan kırmızı, kırmızı etlerin pişmesini beklediğiniz ailemsi tatil günü pikniklerini... Ateş başında duran babanızı ve siz orda burda tabiatla kucaklaşırken yeşil sofrayı hazırlayan hamarat annenizi... En son ne zaman tekrarlandı bu etçil haftasonu kaçamakları? Orta okul ya da lise başı isyankar ve vurdum duymaz kişiliğe bürünene kadar sanırım. Sonrasında hep bir sebepsiz sitem ve anlamsız alınışlar...
Lise demişken, o meşhur, dağları taşları delen aşkları da atlamamak lazım tabi ki! Son teknolojik gece yarısı mesajlaşmalarını ve ders esnasında isimlerin karalandığı devletin demirbaş sıralarını... Kimileri cigarasını tüttürür, kimileri de sonsuz aşklarını yaşardı okul bahçesinin tenha köşelerinde. Özel günler daha bir özeldi o günlerde. Yılbaşları, doğum günleri, birinci ay, birinci yıl ve henüz nasır tutmamış yüreklerin heyecanına göre değişen zaman aralıklarında yapılan envayi çeşit kutlamalar... Ta ki bir ya da daha çok ayrılık o kalpleri taş kestirip bunalıma sürükleyene kadar...
Acaba tekrar geri gelir mi o günler diye yaşamak demek istediğim. Çocuk oyunluğunun çocukluğuyla, orta zamanların saflığıyla, ergen dönem heyecanlarıyla yaşamak... Düşündükçe şu zamanda elde edilmesi güç şeyler gibi gözüküyor bu istekler. Gün geçtikçe kolaylaşacağa da pek benzemiyorlar. Peki o zaman çözümü nerede aramak gerekiyor? Zamanda mı yoksa kendi benliğimizde mi? Seçimini zamandan yana kullanmış biri olarak diyebilirim ki, her şeyin ilacıymış gibi gözüken zaman, bazı durumlarda, kendisiyle çelişerek ölümcül hastalıklara da yol açabilmektedir. Ha geçti ha geçecek, ha geldi ha gelecek, ha oldu ha olacak diye beklerken umutsuzluğa, umutsuzluktan umursamazlığa, umursamazlıktan yalnızlığa, yalnızlıktan da sevgisizliğe sürüklenebiliyor insan.
Bu sürüklenişin devamını getirmemek ve yaşamdan nefret edip, ölüme yakın durmamak dileğiyle...
Hatırlar mısınız çocukluk zamanlarınızı? Eve gidilip namaz kılınacakmışcasına akşam ezanında son bulan mahalle arası tek kale maçlar vardı. Bir de futbol topunun çarpma riskine aldırmadan kale arkasında ip atlayan çocukluk bacılarımız... İki taraf da mutluydu. İki taraf da eğleniyordu. Peki ya o mutluluk neden di’li geçmiş zamanda kaldı? Yapılan şeyler gerçekten çocukluk muydu? Bilemiyorum... Fakat şimdi sokak aralarında koca koca adam ya da kadınlar göremediğimize göre demek ki biraz da öyleymiş.
Aile ilişkilerinizi düşünün bir de. Mangalda kan kırmızı, kırmızı etlerin pişmesini beklediğiniz ailemsi tatil günü pikniklerini... Ateş başında duran babanızı ve siz orda burda tabiatla kucaklaşırken yeşil sofrayı hazırlayan hamarat annenizi... En son ne zaman tekrarlandı bu etçil haftasonu kaçamakları? Orta okul ya da lise başı isyankar ve vurdum duymaz kişiliğe bürünene kadar sanırım. Sonrasında hep bir sebepsiz sitem ve anlamsız alınışlar...
Lise demişken, o meşhur, dağları taşları delen aşkları da atlamamak lazım tabi ki! Son teknolojik gece yarısı mesajlaşmalarını ve ders esnasında isimlerin karalandığı devletin demirbaş sıralarını... Kimileri cigarasını tüttürür, kimileri de sonsuz aşklarını yaşardı okul bahçesinin tenha köşelerinde. Özel günler daha bir özeldi o günlerde. Yılbaşları, doğum günleri, birinci ay, birinci yıl ve henüz nasır tutmamış yüreklerin heyecanına göre değişen zaman aralıklarında yapılan envayi çeşit kutlamalar... Ta ki bir ya da daha çok ayrılık o kalpleri taş kestirip bunalıma sürükleyene kadar...
Acaba tekrar geri gelir mi o günler diye yaşamak demek istediğim. Çocuk oyunluğunun çocukluğuyla, orta zamanların saflığıyla, ergen dönem heyecanlarıyla yaşamak... Düşündükçe şu zamanda elde edilmesi güç şeyler gibi gözüküyor bu istekler. Gün geçtikçe kolaylaşacağa da pek benzemiyorlar. Peki o zaman çözümü nerede aramak gerekiyor? Zamanda mı yoksa kendi benliğimizde mi? Seçimini zamandan yana kullanmış biri olarak diyebilirim ki, her şeyin ilacıymış gibi gözüken zaman, bazı durumlarda, kendisiyle çelişerek ölümcül hastalıklara da yol açabilmektedir. Ha geçti ha geçecek, ha geldi ha gelecek, ha oldu ha olacak diye beklerken umutsuzluğa, umutsuzluktan umursamazlığa, umursamazlıktan yalnızlığa, yalnızlıktan da sevgisizliğe sürüklenebiliyor insan.
Bu sürüklenişin devamını getirmemek ve yaşamdan nefret edip, ölüme yakın durmamak dileğiyle...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)