Özlemişim büyüdüğüm evi; büyülendiğim yeri...Dört bir yanının bahçeyle çevrilmiş olma hissini ve bu cennetin ortasında yükselen “dut” ağacının dibini...
Kim bilir kaç torun geçmiştir içinden? Kim bilir ne tür yaralar açmıştır dut ağacının gölgesinde oynanan çocuksu oyunlar? Hem oynayanlara, hem de onları tepeden seyre dalan yıllanmış dut ağacına...
Bizimkiler fizikseldi o zamanlar. Kanı bi’ süre akar geçer; ardından da zamanla kabuk tutmaya başlardı bütün o yaralar. Çocukluk heyecanından mıdır bilinmez; çoğu yara da, daha kabuk tutmadan tekrar tekrar kanatılırdı. O anda hissedilen acı ise, koşar adım anneye şikayet edilecek, gözü yaşlı bir pişmanlıktan ibaretti sadece.
Ağacın yarası ise yıllardan beri yaşadığı aynı duygusal yaraydı. Gövdesine atılan taşlar ya da çelik çomak niyetiyle kırılan dallar hiç mi hiç umrunda değildi. Kucağında şu an oynayanlar gibi onlarcasını büyütmüştü ne de olsa. O’nun asıl sorunu, bunların da diğerleri gibi geçip gidecek olmasıydı. Bunların da diğerleri gibi kendisinin değerini yıllar sonraları anlayacak olmasıydı. Yapraklarının güneş ışıltısını, ağızda bıraktığı tatlı dut akşamlarını...
Gölgesi nelere kadirdi dut ağacının. Altında, kimi zaman ip atlanır, kimi zaman da bir bir atlanan yılların dönüm günleri kutlanırdı. Torun torbanın ürkerek de olsa pür dikkat izlediği kurban kesimlerini ve ardından gelecek olan toplu yemek törenini de unutmamak lazımdı tabii...
Artık bütün hepsi bitti. Ne koşturacak bir çocuk kaldı; ne de toplanacak bir ahali. Küçükler büyüdü, büyükler de beraberinde...
Geriye sadece yaşlı dut kaldı;