Klasik batı müziğinin tarihine bakıldığında 5 dönemden söz edilir. Bunlar Rönesans, Barok Dönem, Klasik Dönem, Romantik Dönem ve Modern Dönemdir. Romantik döneme kadar kilise ve saray egemenliği altında kalmış olan müzik, bu dönemle birlikte halka yayılmaya başlamıştır. Modern döneme kadar Vivaldi, Bach, Mozart ve Beethoven gibi isimlerin yaptığı belli tonal sisteme dayalı klasik batı müziği, bu sistemin uç sınırlarına gelinip tıkanmaların yaşanmasının ardından, modern dönemde yeniden yorumlanarak atonal, politonal ve 12 tonlu sistemlerin ortaya çıkması sağlanmıştır. Bu sistemlerin oluşmasında öncülük eden 20.yy klasik müzik sanatçıları arasındaki en önemli iki isim İgor Stravinsky ve Arnold Schönberg’dir.
Stravinsky’nin modern dönemde yaptığı arayışlardan biri olan The Rite of Spring (Bahar Ayini) atonal sisteme verilen önemli örneklerdendir. Eser ilk sergilendiğinde birçok kişi tarafından eleştirilmiştir fakat daha sonraları modern dönem klasik müziğinin temel taşlarından bir olarak kabul edilmiştir. Stravinsky’nin müziği sade, berrak, önceden tahmin edilemeyen ve sürpriz ritimlerin ön planda tutulduğu klasik müzik çeşididir. Ana tema olarak müzikal heyecandan söz edilebilir.
Modern dönemin diğer önemli ismi de, 12 ton sisteminin kurucularından kabul edilen Schönberg’dir. 12 ton sistemin altında yatan, batı müziğin 12 temel sesini eşit olarak kullanmaktır. Bu eşitlik de modern zamanın eşitlik üzerine kurulu sosyal yaşamının sanata yansıması olarak kabul edilebilir. 1923 yılında bestelediği Piyano parçası ile 12 ton müziğinin dünyaca tanınmasını sağlamıştır. 12 ton sisteminini oluşturmasının sebebini de, modern yaşamla gelen konforun insanları tembelleştirdiği ve bu durumun müzikal anlamda da yeniliklere fırsat tanımadığını söyleyerek açıklamaktadır.
Geri Gele(meye)cek?
Vapurun sesiyle bütünleşirdi, sokak çalgıcılarının yalnızlık nameleri...
İskele kenarı Beşiktaş çay bahçesinde...
İskele kenarı Beşiktaş çay bahçesinde...
Homurtu...
15-20 kişi kadarız. Kimsenin yüzleri seçilemez karanlıkta, dışa kapalı bi kamyonetin arkasında. Kamyonetin takırdamaları ve gıcırdamaları... Çukurlara gire çıka ilerliyoruz. Bir dağ yolundayız sanırım.
Ön taraftan sesler geliyor. Bir takım homurdanmalar... Kulağımı yaslıyorum pas kokan demire. Net bi’ ses yok hala. Sadece daha şiddetli homurtular... Bir takım gurultular... Birileri çok aç olmalı!
İliklerime doğru bir korku yayılmaya başlıyor yavaştan. Yem olma korkusu... Etrafımdaki karaltılara bakarak yola devam ediyorum. Kafamda binbir soru işareti... Bu karaltılar kimin nesi? Az önce duyduğum o hayvani sesler de neyin sesi? Korkuma sinir ekleniyor!
Yol, virajlardan sıyrılıp, düzleşmeye başlıyor. Ve daimi sessizlik... Duruyoruz. Kapalı kutumuzun arka kapısı açılıyor. Gözleri kör eden bi’ ışık hüzmesi... Kolumu siper ediyorum ışığa ve etrafımdakilere bakıyorum. Hala seçemediğim yüzler, belli belirsiz insan suretleri...
Dışarı atıyorum kendimi. Ardımdan da diğerleri... Uçsuz bucaksız, yemyeşil, düz bir ova... Ufuk çizgisinde de ince silüette bir dağ... Üzerinde temiz ve güneşli bir hava... Korkum kan kaybetmeye başlıyor, ama hala sinirliyim. Buraya ne diye getirilmiştik? İşin ilginç tarafı bizi buraya getiren yabaniler sesler de nereye kaybolmuştu? Ve yine cevapsız kalan sorular...
Uzaklara dalıp gidiyor gözlerim. Dağlara... Sorgulamadan izliyorum günbatımının o cennet güzelliğini. Bembeyaz bulutların arkasından yavaş yavaş kaybolan o turuncu Güneş’i... Sinirim de geçiyor; uysallaşıyorum. Aniden, ortalık kararmaya başlıyor. Henüz batmamış Güneş’e bakıyorum; önünde gittikçe büyümeye başlayan kara bulutlar... Bana doğru geliyorlar. Yaklaştıkça seyrekleşen ve dallanan bir siyahlık. Gittikçe yaklaşıyor, yaklaştıkça tedirginleşiyorum. Yerden bulduğum sopayı sımsıkı tutuşturuyorum iki elime. Korku... Heyecan... Sinir... Hepsini birden yaşıyorum. Fakat o da ne? Bunlar sadece kuş! Derin bi’ oh çekmemin ardından bekliyorum gelip geçmelerini. Geliyorlar. Cıvıltılarıyla gelecek huzuru daha şimdiden hisseder gibiyim. Fakat ters giden bi’ şeyler var! Aramızdaki mesafeyle beraber cıvıltılar da azalmaya başlıyor. Ve yine aynı sesler! Aynı aç homurdanmalar! Sonsuz düzlükte bi’ yandan kaçacak yer arıyor, bi’ yandan da önüme çıkan bütün kuşlara vuruyorum. Nereye olduğunu bilmeden koşuyorum. Ve koşarken, bu sefer görebiliyorum! Etrafımdakilerin yaşlı gözlerini, parçalanmış giysilerini ve kanlı bedenlerini... Ve bu sefer duyabiliyorum. Diri diri yenilmenin verdiği acıyı ve çığlıkları...
Duruyorum...
Önce çığlık susuyor... Ardından da açlık... Sadece arta kalanlar kalıyor; kırmızıya boyanmış yeşilin üzerinde...
Uyanıyorum!
Ön taraftan sesler geliyor. Bir takım homurdanmalar... Kulağımı yaslıyorum pas kokan demire. Net bi’ ses yok hala. Sadece daha şiddetli homurtular... Bir takım gurultular... Birileri çok aç olmalı!
İliklerime doğru bir korku yayılmaya başlıyor yavaştan. Yem olma korkusu... Etrafımdaki karaltılara bakarak yola devam ediyorum. Kafamda binbir soru işareti... Bu karaltılar kimin nesi? Az önce duyduğum o hayvani sesler de neyin sesi? Korkuma sinir ekleniyor!
Yol, virajlardan sıyrılıp, düzleşmeye başlıyor. Ve daimi sessizlik... Duruyoruz. Kapalı kutumuzun arka kapısı açılıyor. Gözleri kör eden bi’ ışık hüzmesi... Kolumu siper ediyorum ışığa ve etrafımdakilere bakıyorum. Hala seçemediğim yüzler, belli belirsiz insan suretleri...
Dışarı atıyorum kendimi. Ardımdan da diğerleri... Uçsuz bucaksız, yemyeşil, düz bir ova... Ufuk çizgisinde de ince silüette bir dağ... Üzerinde temiz ve güneşli bir hava... Korkum kan kaybetmeye başlıyor, ama hala sinirliyim. Buraya ne diye getirilmiştik? İşin ilginç tarafı bizi buraya getiren yabaniler sesler de nereye kaybolmuştu? Ve yine cevapsız kalan sorular...
Uzaklara dalıp gidiyor gözlerim. Dağlara... Sorgulamadan izliyorum günbatımının o cennet güzelliğini. Bembeyaz bulutların arkasından yavaş yavaş kaybolan o turuncu Güneş’i... Sinirim de geçiyor; uysallaşıyorum. Aniden, ortalık kararmaya başlıyor. Henüz batmamış Güneş’e bakıyorum; önünde gittikçe büyümeye başlayan kara bulutlar... Bana doğru geliyorlar. Yaklaştıkça seyrekleşen ve dallanan bir siyahlık. Gittikçe yaklaşıyor, yaklaştıkça tedirginleşiyorum. Yerden bulduğum sopayı sımsıkı tutuşturuyorum iki elime. Korku... Heyecan... Sinir... Hepsini birden yaşıyorum. Fakat o da ne? Bunlar sadece kuş! Derin bi’ oh çekmemin ardından bekliyorum gelip geçmelerini. Geliyorlar. Cıvıltılarıyla gelecek huzuru daha şimdiden hisseder gibiyim. Fakat ters giden bi’ şeyler var! Aramızdaki mesafeyle beraber cıvıltılar da azalmaya başlıyor. Ve yine aynı sesler! Aynı aç homurdanmalar! Sonsuz düzlükte bi’ yandan kaçacak yer arıyor, bi’ yandan da önüme çıkan bütün kuşlara vuruyorum. Nereye olduğunu bilmeden koşuyorum. Ve koşarken, bu sefer görebiliyorum! Etrafımdakilerin yaşlı gözlerini, parçalanmış giysilerini ve kanlı bedenlerini... Ve bu sefer duyabiliyorum. Diri diri yenilmenin verdiği acıyı ve çığlıkları...
Duruyorum...
Önce çığlık susuyor... Ardından da açlık... Sadece arta kalanlar kalıyor; kırmızıya boyanmış yeşilin üzerinde...
Uyanıyorum!
Bir Damla Detay...
Bazen, hiç olmadığı kadar uzun bakarsınız rutubetten kabarmış tavan sıvalarına...
Ve şimdiye kadar farkedemediğiniz detayları görmeye başlarsınız.
Belki o an çatıdan sızan bir yağmur damlası, suyla şekillenen tavanınıza çizmeye başlamıştır ikinizin resmini...
Hatta belki de o resim, yıllar sonra farkedeceğiniz diğer önemli detaylardan da biri olacaktır...
Ve şimdiye kadar farkedemediğiniz detayları görmeye başlarsınız.
Belki o an çatıdan sızan bir yağmur damlası, suyla şekillenen tavanınıza çizmeye başlamıştır ikinizin resmini...
Hatta belki de o resim, yıllar sonra farkedeceğiniz diğer önemli detaylardan da biri olacaktır...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)