Sivaslı Cuma


Rüyalarında gördüklerini heykelleştiren bir adam düşünün. Bunu yapmaya küçük yaşta başlasın. Ardından köyünde deli olarak anılmaya başlansın. Bi’ rüyasının ardından da köyünü terkedip Bodrum’a yerleşmekte karar kılsın. İşte bu Sivaslı Cuma’nın kısa yaşam öyküsü.


Gündoğan’dan Türkbükü’ne doğru giderken sağ tarafınızda bir heykel tarlası göreceksiniz. Tarlaya giriş, sağınızı ve solunuzu çevreleyen heykellerin arasından olacak. Korku filmlerini andıran bu esrarengiz yolun ardından, asıl yere, yani yüzlerce heykelin sıralı bir şekilde dizildiği tarlaya geleceksiniz. Tarlanın bir ucunda da ufak bi baraka göreceksiniz. İşte burası bütün bu sanat eselerinin yaratıcısı Cuma’nın yuvası.
Tarlada gezindikçe farkedeceksiniz. Heykellerin çoğunluğu kadın vücudunu andırmakta... Geri kalanlar ise adeta tarih öncesi çağdan kalan birer yaratık. Kimi insan ölçeğinde, kimileri minicik. Kimisi yanmış bi ağaç kütüğünden oyularak yapılmış, kimisi de pas tutmuş metal bir plakadan. Kısacası eline geçen her malzemeyi kullanmış heykeltraşımız...
Ne diyelim. Umarız ki rüyası tersine çıkmamış; memleketi Sivas’ta bulamadığı huzuru ve özgürlüğü Bodrum’da bulmuştur.

Dut'un Dibi...

Özlemişim büyüdüğüm evi; büyülendiğim yeri...Dört bir yanının bahçeyle çevrilmiş olma hissini ve bu cennetin ortasında yükselen “dut” ağacının dibini...
Kim bilir kaç torun geçmiştir içinden? Kim bilir ne tür yaralar açmıştır dut ağacının gölgesinde oynanan çocuksu oyunlar? Hem oynayanlara, hem de onları tepeden seyre dalan yıllanmış dut ağacına...
            Bizimkiler fizikseldi o zamanlar. Kanı bi’ süre akar geçer; ardından da zamanla kabuk tutmaya başlardı bütün o yaralar. Çocukluk heyecanından mıdır bilinmez; çoğu yara da, daha kabuk tutmadan tekrar tekrar kanatılırdı. O anda hissedilen acı ise, koşar adım anneye şikayet edilecek, gözü yaşlı bir pişmanlıktan ibaretti sadece.
            Ağacın yarası ise yıllardan beri yaşadığı aynı duygusal yaraydı. Gövdesine atılan taşlar ya da çelik çomak niyetiyle kırılan dallar hiç mi hiç umrunda değildi. Kucağında şu an oynayanlar gibi onlarcasını büyütmüştü ne de olsa. O’nun asıl sorunu, bunların da diğerleri gibi geçip gidecek olmasıydı. Bunların da diğerleri gibi kendisinin değerini yıllar sonraları anlayacak olmasıydı. Yapraklarının güneş ışıltısını, ağızda bıraktığı tatlı dut akşamlarını...
            Gölgesi nelere kadirdi dut ağacının. Altında, kimi zaman ip atlanır, kimi zaman da bir bir atlanan yılların dönüm günleri kutlanırdı. Torun torbanın ürkerek de olsa pür dikkat izlediği kurban kesimlerini ve ardından gelecek olan toplu yemek törenini de unutmamak lazımdı tabii...
            Artık bütün hepsi bitti. Ne koşturacak bir çocuk kaldı; ne de toplanacak bir ahali. Küçükler büyüdü, büyükler de beraberinde...
Geriye sadece yaşlı dut kaldı;
Yarası içinde...

Yarık...

Sevgi Karnınızdadır !

İnsan sevgiyi karnında hisseder.
Aynı, ilk el ele tutuşmada, ilk sevişmede olduğu gibi.

Önce inceden bir ürperti girer içinize;
Kalbinizin o taraflara...
Korkarsınız !
Alışık olunmayan duyguların yaşanıyor olma korkusudur bu.

Sonrasında, yavaşça aşağı doğru yayılmaya başlar bu ürperti;
Yerini tüyleri diken diken eden tatlı bir heyecana bırakarak...
Titrersiniz !
Farklı bir ten kokusuna uyum sağlamanın verdiği titreşimdir bu.

Kokunun tanınıp, heyecanın giderilmesinin ardından,
Ilık bir sıcaklık kaplar bütün karnınızı;
Yeni doğan bir güneş ferahlığında...
İşte o zaman hissedersiniz !

Güneşiniz batana kadar sürecek olan sınırlı sevgidir bu !

Shit !

Paul Mccarthy'nin pek de hoşuma giden "bok" tasarımı.

n vs u

Tepeden "n" ve "u" şeklinde gözüken saç dökülmelerine karşı ?

Adı İstanbul...

Bir kent düşünün;
Ortasından yarılan,
Sağı solu belli olmayan...
Sağına Anadolu deyin;
Soluna Avrupa...

Adını da İstanbul koyun !

Simetri

Taşkışla merdivenleri...

20. yy. İlk Yarısı Fotoğraf Sanatı...

Resim, heykel ve baskı gibi görsel sanatlarla birlikte fotoğraf sanatı da geçmişteki önemli yerini günümüzde de korumaktadır. Fotoğraf sanatı, 19. yy. ikinci yarısında resim sanatındaki eserlerin çoğalıp dünya çapında yaygınlaşması amacıyla ortaya çıkmıştır.
Zaman içerisinde fotoğrafçılığa iki türlü yaklaşım olmuştur. İlk yaklaşım, fotoğrafı bir pencere gibi düşünüp mevcut olanı olduğu gibi çekmek, ikinci yaklaşım da fotoğrafı bir aynaya benzeten ve ona düşünsel bir boyut ve öznel değerler katan yaklaşımdır. İlk yaklaşıma örnek olarak haber fotoğrafçılığı, ikinci yaklaşıma örnek olarak da nü fotoğraflar verilebilir. Fotoğrafı sanat haline getiren ikinci yaklaşımın öncülerinden biri olarak Edward Weston gösterilebilir.

Edward Weston 1910lu yıllarda, kariyerinin başlarında piktoryal tarzda soft focus objektifle çektiği fotoğraflarda bir çok ödül alır. Portre ve modern dans çalışmalarıyla uluslararası bir ün kazanan Weston’ın çalışmaları hakkında, American Photography, Photo Era ve Photo Miniature gibi ünlü dergilerde makaleler yer alır.
New York’a yerleşmesinin ardından Alfred Stieglitz, Paul Strand ve Charles Sheeler gibi isimlerle çalışır ve 1920lerin sonlarına doğru piktoryalizmi terkederek, daha yalın fotoğraflar çekmeye başlar. O zamandan sonra da sürekli kabuklar, bitkiler ve nü üzerine çalışmalar yapar. Weston’un fotoğrafları arasında nü fotoğraflar çok ses getirir ve Gugenheim ödülü kazanan ilk fotoğrafçı olur.
Diğer önemli işleri arasında da f/64 adlı fotoğraf topluluğu yer alır. Grubun isminin nedeni de fotoğrafçıların, maksimum alan derinliği ve görsel keskinlik sağlayan en küçük diyafram değeri f/64 kullanmalarıdır.

Çağdaş Kubbe !

Dolmabahçe Cami Çok İşlevli Ek Kubbesi ; Gökkafes (Süzer Plaza)
Special thanks to Bedrettin Dalan and Mesut Yılmaz...