Ölümü sıklıkla düşünür olur bazen insan. Nerede, ne zaman ve ne şekilde öleceğini...
Belki, mutfağa bir bardak su almak için yataktan kalkmaya yeltendiğiniz anda, belki de, siz, kulaklıklığınızdan gelen güzel güne başlangıç parçanız temposunda yürürken, en az sizinki kadar mutluluk uyandıracak kendi şarkısını bulmak için radyo kanallarını kurcalayan bir taksi şoförünün dalgınlığıyla geliverecek ölüm... Ya da sonucu hiç mi hiç düşünülmeden atılan, gençlik ateşiyle yoğrulmuş kendince kararlı adımlarla... Hiç belli olmaz.
Tüm hayat boyu sahip olunan seçme şansının çoktan uçup gitmiş olduğu bi’ an olacak o an.
Bundan sonra var olmayacak oluştan önceki son an...
Ölüm ile yaşam arasındaki, bahsedilen işte o ince an...
Yaşadıklarınız ya da yaşayamadıklarınız gelecek o an aklınıza. Sevdikleriniz ve sevemedikleriniz... Tüm artı ve eksileriyle beraber sorgulayacaksınız geçmiş hayatınızı. Güzelliklerden ziyade olumsuzluklar ağır basacak hepsinden; her şeyden... Bi’ gözünüz açık gideceksiniz.
Kısa metraj filminizin seyrinin ardından, kendinizle baş başa kalacak ve en büyük yalnızlığı orada, o anda hissedeceksiniz. Ölümün zamansız gelişini suçlayıp, varlığına lanet okuyacaksınız.
Son defa hissediyor olmanın verdiği heyecanla, inceden hissedilen korkuyu kucaklayacak, korkunun, yücelip, tüyleri diken diken eden ürpertisiyle üşümeye başlayacak, dudaklarınızdan, parmak uçlarınıza doğru yayılan bu soğukluğun ardından buz kesilecek,ve nihayet bu hayattan geçmiş olacaksınız!