Beş Duyu

Önce (s)üzgün gözlerinden (s)üzülenleri sildi,
Ardından sakallarında filizlenen farazi yitirmişlikleri…
Artık pek tatsızdı mütemadi beslenme istekleri.
Bi insanın kokusu hiç mi değişmezdi?
Ne kadar da daimi…
Uzansa sanki dokunacak gibiydi;
Ama çok tenli elleri...
Şöyle bi silkinip de yetişemedi ki;
E haliyle;
O da gitti!

Öpücük

Her aklına geldiğinde durdurmak kendini;
Dudaklarında süzme bal tadı,
Kaymaklasam ya ben onu…

Rastgele


İstanbul’un kalbine giden yol boğazından geçer.
Sağına alır Üsküdar’ı, Kanlıca’yı;
Soluna da Topkapı’yı, Galata’yı…

Ara sıra girer bakar bi’ içeriye;
Koca Sinan yerinde mi diye…
Tepeden el sallar Süleymaniye.

Gelmişken hayatta bırakmaz Pierre Loti.
“Bi’ çayımı iç de öyle git!”
Çayını tazelemeden kalkar İstanbul;
Ne de olsa misafirliğin kısası makbul…

Dönüşte bi’ çift kanat görür tepesinde,
Gözlerini kısıp şöyle bi’ bakar;
Bu kesin Hezarfen’dir diye…

Çıkarken balıkçılar uğurlar,
“İstanbul! Nereye  böyle?”
Der ki: “Yüreğimin götürdüğü yere.
Haydi size rastgele…”

Aslan

Aslan tepelerde yatar!

Mimar vs Yazar

Mimar ile yazarın derdi ortaktır. Özgün olmak...
Peki mümkün müdür roman okumadan roman yazmak;
Bina okumadan bina yazmak?

Sivaslı Cuma


Rüyalarında gördüklerini heykelleştiren bir adam düşünün. Bunu yapmaya küçük yaşta başlasın. Ardından köyünde deli olarak anılmaya başlansın. Bi’ rüyasının ardından da köyünü terkedip Bodrum’a yerleşmekte karar kılsın. İşte bu Sivaslı Cuma’nın kısa yaşam öyküsü.


Gündoğan’dan Türkbükü’ne doğru giderken sağ tarafınızda bir heykel tarlası göreceksiniz. Tarlaya giriş, sağınızı ve solunuzu çevreleyen heykellerin arasından olacak. Korku filmlerini andıran bu esrarengiz yolun ardından, asıl yere, yani yüzlerce heykelin sıralı bir şekilde dizildiği tarlaya geleceksiniz. Tarlanın bir ucunda da ufak bi baraka göreceksiniz. İşte burası bütün bu sanat eselerinin yaratıcısı Cuma’nın yuvası.
Tarlada gezindikçe farkedeceksiniz. Heykellerin çoğunluğu kadın vücudunu andırmakta... Geri kalanlar ise adeta tarih öncesi çağdan kalan birer yaratık. Kimi insan ölçeğinde, kimileri minicik. Kimisi yanmış bi ağaç kütüğünden oyularak yapılmış, kimisi de pas tutmuş metal bir plakadan. Kısacası eline geçen her malzemeyi kullanmış heykeltraşımız...
Ne diyelim. Umarız ki rüyası tersine çıkmamış; memleketi Sivas’ta bulamadığı huzuru ve özgürlüğü Bodrum’da bulmuştur.

Dut'un Dibi...

Özlemişim büyüdüğüm evi; büyülendiğim yeri...Dört bir yanının bahçeyle çevrilmiş olma hissini ve bu cennetin ortasında yükselen “dut” ağacının dibini...
Kim bilir kaç torun geçmiştir içinden? Kim bilir ne tür yaralar açmıştır dut ağacının gölgesinde oynanan çocuksu oyunlar? Hem oynayanlara, hem de onları tepeden seyre dalan yıllanmış dut ağacına...
            Bizimkiler fizikseldi o zamanlar. Kanı bi’ süre akar geçer; ardından da zamanla kabuk tutmaya başlardı bütün o yaralar. Çocukluk heyecanından mıdır bilinmez; çoğu yara da, daha kabuk tutmadan tekrar tekrar kanatılırdı. O anda hissedilen acı ise, koşar adım anneye şikayet edilecek, gözü yaşlı bir pişmanlıktan ibaretti sadece.
            Ağacın yarası ise yıllardan beri yaşadığı aynı duygusal yaraydı. Gövdesine atılan taşlar ya da çelik çomak niyetiyle kırılan dallar hiç mi hiç umrunda değildi. Kucağında şu an oynayanlar gibi onlarcasını büyütmüştü ne de olsa. O’nun asıl sorunu, bunların da diğerleri gibi geçip gidecek olmasıydı. Bunların da diğerleri gibi kendisinin değerini yıllar sonraları anlayacak olmasıydı. Yapraklarının güneş ışıltısını, ağızda bıraktığı tatlı dut akşamlarını...
            Gölgesi nelere kadirdi dut ağacının. Altında, kimi zaman ip atlanır, kimi zaman da bir bir atlanan yılların dönüm günleri kutlanırdı. Torun torbanın ürkerek de olsa pür dikkat izlediği kurban kesimlerini ve ardından gelecek olan toplu yemek törenini de unutmamak lazımdı tabii...
            Artık bütün hepsi bitti. Ne koşturacak bir çocuk kaldı; ne de toplanacak bir ahali. Küçükler büyüdü, büyükler de beraberinde...
Geriye sadece yaşlı dut kaldı;
Yarası içinde...

Yarık...

Sevgi Karnınızdadır !

İnsan sevgiyi karnında hisseder.
Aynı, ilk el ele tutuşmada, ilk sevişmede olduğu gibi.

Önce inceden bir ürperti girer içinize;
Kalbinizin o taraflara...
Korkarsınız !
Alışık olunmayan duyguların yaşanıyor olma korkusudur bu.

Sonrasında, yavaşça aşağı doğru yayılmaya başlar bu ürperti;
Yerini tüyleri diken diken eden tatlı bir heyecana bırakarak...
Titrersiniz !
Farklı bir ten kokusuna uyum sağlamanın verdiği titreşimdir bu.

Kokunun tanınıp, heyecanın giderilmesinin ardından,
Ilık bir sıcaklık kaplar bütün karnınızı;
Yeni doğan bir güneş ferahlığında...
İşte o zaman hissedersiniz !

Güneşiniz batana kadar sürecek olan sınırlı sevgidir bu !

Shit !

Paul Mccarthy'nin pek de hoşuma giden "bok" tasarımı.