Geri Gele(meye)cek?

Vapurun sesiyle bütünleşirdi, sokak çalgıcılarının yalnızlık nameleri...
İskele kenarı Beşiktaş çay bahçesinde...

Dino-Son


Ve düşen bir meteor sonları olmuştu...

Homurtu...

15-20 kişi kadarız. Kimsenin yüzleri seçilemez karanlıkta, dışa kapalı bi kamyonetin arkasında. Kamyonetin takırdamaları ve gıcırdamaları... Çukurlara gire çıka ilerliyoruz. Bir dağ yolundayız sanırım.

Ön taraftan sesler geliyor. Bir takım homurdanmalar... Kulağımı yaslıyorum pas kokan demire. Net bi’ ses yok hala. Sadece daha şiddetli homurtular... Bir takım gurultular... Birileri çok aç olmalı!

İliklerime doğru bir korku yayılmaya başlıyor yavaştan. Yem olma korkusu... Etrafımdaki karaltılara bakarak yola devam ediyorum. Kafamda binbir soru işareti... Bu karaltılar kimin nesi? Az önce duyduğum o hayvani sesler de neyin sesi? Korkuma sinir ekleniyor!

Yol, virajlardan sıyrılıp, düzleşmeye başlıyor. Ve daimi sessizlik... Duruyoruz. Kapalı kutumuzun arka kapısı açılıyor. Gözleri kör eden bi’ ışık hüzmesi... Kolumu siper ediyorum ışığa ve etrafımdakilere bakıyorum. Hala seçemediğim yüzler, belli belirsiz insan suretleri...

Dışarı atıyorum kendimi. Ardımdan da diğerleri... Uçsuz bucaksız, yemyeşil, düz bir ova... Ufuk çizgisinde de ince silüette bir dağ... Üzerinde temiz ve güneşli bir hava... Korkum kan kaybetmeye başlıyor, ama hala sinirliyim. Buraya ne diye getirilmiştik? İşin ilginç tarafı bizi buraya getiren yabaniler sesler de nereye kaybolmuştu? Ve yine cevapsız kalan sorular...

Uzaklara dalıp gidiyor gözlerim. Dağlara... Sorgulamadan izliyorum günbatımının o cennet güzelliğini. Bembeyaz bulutların arkasından yavaş yavaş kaybolan o turuncu Güneş’i... Sinirim de geçiyor; uysallaşıyorum. Aniden, ortalık kararmaya başlıyor. Henüz batmamış Güneş’e bakıyorum; önünde gittikçe büyümeye başlayan kara bulutlar... Bana doğru geliyorlar. Yaklaştıkça seyrekleşen ve dallanan bir siyahlık. Gittikçe yaklaşıyor, yaklaştıkça tedirginleşiyorum. Yerden bulduğum sopayı sımsıkı tutuşturuyorum iki elime. Korku... Heyecan... Sinir... Hepsini birden yaşıyorum. Fakat o da ne? Bunlar sadece kuş! Derin bi’ oh çekmemin ardından bekliyorum gelip geçmelerini. Geliyorlar. Cıvıltılarıyla gelecek huzuru daha şimdiden hisseder gibiyim. Fakat ters giden bi’ şeyler var! Aramızdaki mesafeyle beraber cıvıltılar da azalmaya başlıyor. Ve yine aynı sesler! Aynı aç homurdanmalar! Sonsuz düzlükte bi’ yandan kaçacak yer arıyor, bi’ yandan da önüme çıkan bütün kuşlara vuruyorum. Nereye olduğunu bilmeden koşuyorum. Ve koşarken, bu sefer görebiliyorum! Etrafımdakilerin yaşlı gözlerini, parçalanmış giysilerini ve kanlı bedenlerini... Ve bu sefer duyabiliyorum. Diri diri yenilmenin verdiği acıyı ve çığlıkları...

Duruyorum...

Önce çığlık susuyor... Ardından da açlık... Sadece arta kalanlar kalıyor; kırmızıya boyanmış yeşilin üzerinde...


Uyanıyorum!

Yatak Odam...


Bazılarının yastığı kuş tüyünden, bazılarınınki de yokluktandır!